2 Haziran 2015 Salı

Memphis Group

Memphis Group


1980’li yılların önemli tasarım gruplarından Memphis  Milan’da, Ettore Sottsass tarafından 1980 yılında radikal Studio Alchimia’dan ayrılmasından sonra başlatıldı. Ettore Sottsass, çevresine bir grup uluslararası mimar, mobilya, dokuma ve seramik tasarımcısını topladı. Bunlar arasında Andrea Branzi, Martine Bedin, George Sowden, Peter Shire, Michael Graves, Javier Mariscal, Michele de Lucchi ve Matteo Thun bulunuyordu.


Çalışmalarını ilk kez 1981 Milan Mobilya Fuarında sergilediler. Burada Memphis grubu, bazı eleştirmenler tarafından yavan bulunsa da başarı elde etti. Postmodernist bir grup olan Memphis çeşitli kaynaklardan (klasik mimariden 1950’li yılların değersiz sanatına kadar her şeyden) eklektik bir şekilde yararlandı. Göz alıcı ve çoğu kez şaşırtıcı renkler kullandılar ve nesnenin pratik kullanımından çok görünümü ve anlamı üzerine vurgu yaptılar. Tartışmacı bir girişim olarak başlayan şey büyük bir ticarî başarı kazandı. Ne var ki, Memphis Grubunun postmodernizmin aşırı yönlerini oluşturan fikirleri fazla                                                                    kalıcı olamadı.


Studio Alchimia

Studio Alchimia


Studio Alchimia, 1976 yılında Alessandro Guerriero tarafından kuruldu. Post-Modern anti-tasarımcılığın avangard bir grubu idi. Amaç Modern tasarım ilkelerinin baskınlığından uzaklaşmaktı.
Superstudio ve Archizoom’a olduğu gibi Alchimia’ya da destek veren Ettore Sottsass, 1981 yılında diğer Milano kaynaklı Memphis tasarımcı grubunu kurdu. Studio Alchimia ve Memphis, birlikte varolan düzene karşı aynı ideolojileri paylaşarak geliştiler.
Studio Alchimia’nın içinde yer alan tasarımcılarının amacı tüketime dönük ürünlerden çok, sergilenecek parçalar tasarlamak ve imal etmekti. Ucuz ve kolay bulunabilir malzemelerden parlak renkleri olan dekoratif tasarımlar ürettiler.









Anti-Art Anti-Design

Anti-Art Anti-Design






Geleneksel sanat kavramlarına karşı çıkışı simgeleyen bir kavramdır.İlk Dadaistlerden Jacues Vachenin "sanat saçmadır" lafını etmesinden sonra gündeme gelmiştir.Sanatı yarasız olarak ortaya çıkmıştır. Ruha yakınlaşarak sanatsal kariyer fikrine sanatçının kültürel ya da doğa ayrıcalıklarına saldıran ,sanat çalışmalarının oluşmasında kullanılan teknik ve harcanan çabanın değerini küçümseyen ,hatta sanat çalışmalarının oluşmasında kullanılan teknik ve harcanan çabanın değerini küçümseyen bir görüştür. Dadacılık, gerçeküstücülük ve benzeri devrimci sanat akımlarınca benimsenmiş ve temelde içeriği aynı kalmakla birlikte , farklı anlamlarda kullanılmıştır. 1920'de Richard Hülsenbeck ile Raoul Hausmann'ın bir dada sergisinde sanatın öldüğünü ilan etmeleri; 1968'de sanatçının yaratıcı kişiliğine, kültürel birikimine ve doğal yeteneğine yöneltilen saldırılar ya da bir sanat yapıtının oluşturulmasında harcanan çabanın yersiz bulunması karşı-sanat kavramından kaynaklanır. Yaratıcılığın yalnızca sanatçıya özgü olmadığını ve herkeste bir yaratıcılık olduğunu savunan görüşler de bu bağlam içinde değerlendirilebilir. Marcel Duchamp'ın Mona Lisa'nın imgesi üzerine bir bıyık çizmesi, bir Vandal'ın bir resme zarar vermesi olarak değil tam tersine sanat olarak kabul gördü. Bu örnekte görüldüğü gibi, sanat kurumunun iyileştirici gücü sanatçılardan gelen saldırıların çoğunu, kısa bir sürede sanat içinde dönüştürmüştür: Bu Duchamp'ın 'hazır nesne'lerinin de kaderidir. Duchamp'ın hazır nesneleri, anti-art birer üretim olmalarına rağmen bir sanat tarzı olarak anlaşılmıştır. Sanat sabit ve değişmez bir kavram olmaktan çıktığından beri, yeni sanat, genellikle önce sanat olmayan (non-art) olarak kabul edilmiştir. Kültürel muhafazakârlık, bütün yeni sanat hareketlerini anti-art olarak kabul etme eğilimindedir: Çünkü yeni sanat, sanatın doğasıyla ilgili geleneksel varsayımları kaçınılmaz bir şekilde sorgulamaya başlar. Marjinal görsel kültürün bazı çeşitleri de anti-art olarak nitelendirilmiştir. Örneğin grafiti de Herbert Marcuse tarafından bu şekilde düşünülmüştü. Başlangıçta Vito Aconci'nin çalışmaları ve politik bir hareket olduğu için sitüasyonistler, anti-art olarak düşünüldü. Bad art en yaygın anti-art biçimidir. Anti-art, birçok durumda sanatın netliğine ilişkin bir felsefi yaklaşım olarak ortaya çıkmasına rağmen kimi örneklerde sanata karşı bir nefret olarak da vücut buldu: • "Ressamlardan ve şairlerden nefret ediyorum", I. George. • "Resimden ve şiirden nefret ediyorum. Hiçbiri iyi bir şey yapmadı", II. George. • "Gördüğüm şeyleri bana hatırlatmayan resimlerden nefret ediyorum", Lord Byron. Karşı Sanat: -Geleneksel sanat kavramlarına, -Geleneksel sanata, -Sanatçı kavramına, -Geleneksel sanatsal standartlara, -“Yüksek sanat” değerlendirmesine, -Sanat piyasasına, -Sanatta bireyciliğe, -Sanatta globalliğe, -Bir meslek olarak sanata, -Sanatın toplum üzerinde baskı kurmasına, -Sanat ile hayat arasındaki ayrıma karşı çıkar. Anti sanatçılar, sanat piyasasına karşı oldukları için, sanat eseri olarak satılamayacak ürünler verme yolunu seçer. Anti sanat zamanla sanat dünyası tarafından sanat olarak kabul gördü. Ama günümüzde de Duchamp’ın hazır objelerini sanat olarak kabul etmeyenler var. Bunlara ise anti-anti-sanatçılar deniyor. İlk anti sanat olarak kabul edilen Dadacılık, Avrupa çıkışlı bir akım olmasına ve 1916-1922 arasına tarihlenmiş olmasına rağmen, 1950’lerde ABD’de Neo Dada ile, 1960’lar ve sonrasında ise Happenings, Performans Sanatı ve Kavramsal Sanat ile etkileri çok uzun sürmüş bir akım/felsefedir. Zıtlıklar, çelişkiler, paradokslar ve ironiler, Dadacılarda sıkça rastlanan özelliklerdir. Neo Dadacı eserlerde modern malzemeler, popüler kişilerin fotoğrafları veya ikonları, çarpıcı çelişkiler yaratan düzenlemeler kullanıldı. Zaman zaman da bu işlere işitsel ögeler eklendi.Kolajlarda buluntu nesneler tercih edildi.




Hochschule für gestaltung / Ulm, Almanya

Hochschule für gestaltung / Ulm, Almanya




Hochschule für gestaltung  Ulm yani Ulm Tasarım Okulu, 1953'te tasarımcı bir çift olan Otl Aicher ve Inge Scholl ile Bauhaus mezunu tasarımcı Max Bill tarafından kuruldu. Kısa süre içerisinde eğitimiyle ve mezunlarıyla dikkat çeken okul, kısa sürede Bauhaus'un ardından Almanya'nın en iyi ikinci tasarım okulu konumuna oturdu. Okulun bu ünü elde etmesinde etkili olan durum ise okulun ürün tasarımı, görsel iletişim, endüstriyel inşa, bilişim ve film yapımı departmanlarında tasarım sürecine ilişkin yeni yaklaşımlar üzerine yapılan çalışmalardı.

Okulun binası, okulun kurucularından olan Max Bill (aynı zamanda ilk rektörü) tarafından tasarlandı. Okulun tarihi önemi ve Ulm Derneği'nin desteklerinden dolayı binaya olan öem günümüzde de devam etmekte. Okulun göze çarpan manzarasının da bu ilgi de rolü büyük.

Okulu ilgi çekici kılan pek çok faktörden biri de 1950-1960 yılları arasındaki semiyotik çalışmaları. Kısa bir bilgi verelim, semiyotik ya da semiyoloji bir objenin arkasına saklanmış simge,sembol ve işaretlerin yorumlanmasını, üretilmesini veya işaretleri anlama süreçlerini inceleyen bilim dalıdır. Ulm Tasarım Okulu'nda o dönemde yapılan semiyotik çalışmaları özellikle okulun sanatla olan bağlarını kuvvetlendirmiş, klasik ve tek düze bir sanat anlayışı yerine çok daha derin yeni bir sanat anlayışı ortaya koymuştur.

Okulu meşhur kılan ve bu sanat anlayışını oluşturan bir diğer nokta ise ilk rektör Max Bill'in temellerini attığı "Ulm Modeli". 1953'te ikinci dünya savaşı sonrası döneme denk gelmesine rağmen Tomas Maldonado, Friedrich Vordemberge – Gildewart ve Walter Zeischegg gibi alanında iyi bilinen isimleri kadrosuna katan okul, sanatın kültürle olan etkileşmini de önem vererek ders vermek için pek çok önemli ve alman olmayan tasarımcıyı okula davet etti. Meis van der Rohe, Herbert Bayer, Reyner Banham, Buckminister Fuller, Konrad Wachsmann, Walter Gropius gibi almanya dışından gelen eğitimciler okuldaki sanat algısını çeşitlendirmekle kalmadı, okulun programının oluşmasında ve şekillenmesinde de önemli rol oynadı. Çeşitli disiplin ve kültürleri bünyesinde barındırmasıyla meşhur olan, sanatın sadece farklı beyin fırtınalarıyla değil, farklı kültürdeki beyinlerin senteziyle en yaratıcı ve en estetik olana ulaşabileceğini savunan bu sistem "Ulm Modeli" olarak literatüre geçti. Okulun kuruluş yıllarında yapılan bu çalışmalar, okul açıldığında yürütülen Bauhaus benzeri eğitim sisteminin yerine, özgün, sanatsal ve analitik bir yan da içeren okulun kendine has yeni eğitim sistemini oluşturmuş oldu. Bu sistemle beraber okulun ilgi alanı daha fazla endüstriyel tasarıma ve yapı alanına kaymış oldu. Hala da Ulm Tasarım Okulu mezunları global olarak bu eğitim sisteminin birer ürünü olarak, üzerinde bu olumlu etiketi taşımaktadır.

Okulun eğitim programı 4 yıllık bir plan içerir. İlk yıl Vokurs denilen temel tasarım derslerini almakla geçer. İkinci ve üçüncü yıl öğrenciler seçecekleri derslerle hangi programa dahil olacağını belirler. Son yıl ise bitirme tezi hazırlamakla geçer.

Temel Dersler:

Görsel deneyler: 2 ve 3 boyutlu simetri ve topoloji çalışmaları
Atölyeler: Ağaç, plastik, fotoğraf vs.
Sunum: Yazı, dil, konstrüktif çizim
Metodoloji: Matematik, mantığa giriş, topoloji.

Akabinde ise bir alanda uzmanlaşan öğrenciler öğrenimleri gördükleri departmana uygun ders programlarını alırlar. Okulun bir diğer farkı da bu noktada ortaya çıkıyor. Nitekim Ulm Tasarım Okulu, bilimle fazlasıyla iç içe bir okul ve okulun en prestijli bölümlerinden ürün tasarımı bölümünde bunu görebiliyoruz. Bölümün ders planındaki derslerin bazıları şu şekilde:


Ergonomi: İnsan-makine sistemleri
Mekanik: Kinematik, dinamik ve statik
Bilimsel teoriler
Ferrous metaller, nonferrous metallar, ağaç, plastik ve yapı teknolojileri
Üretim teknikleri
Algı Teorisi


Toparlamak gerekirse, Ulm Tasarım Okulu kuruluşundan bugüne sanat ve bilimi iç içe sunan, birini diğerinden ayırmayan, somut ve soyut düşünceyi aynı potada eritmeyi amaçlamış bir tasarım okuludur. Özellikle endüstriyel tasarımdaki öncü yaklaşımıyla önemli bir üne kavuşan okul, hala aynı prensip ve disiplinle eğitimine devam etmektedir.

LES FAUVES



 LES FAUVES


20.yy’ın başlarında Henri Matisse tarafından Fransa'da geliştirilen bir sanat akımıdır. Ancak ömrü kısa olmuştur 1900lerde başlamış, 1910 yılına kadar sürmüştür. Toplamda 3 sergi yapılmıştır bu konuyla ilgili
En önemli özelliği, tüpten çıkmış gibi çiğ ve bağıran renklerin doğrudan kullanımıdır.Matisse, Derain ve Vlaminck'in Paris'te açtıkları bir sergide ilk kez duyulmuştur.
 1905 yılında gercekleşen bu sergi modern resme birçok katkıda bulunmuştur. Sergiye gelenler daha önce hiç karşılaşmadıkları bir anlatımla karşılaşmışlardır. Tuval üzerine sürülmüş dogrudan renkler, bozuk perspektif gelenleri şaşırtmıştır.Sergide bulunan ünlü eleştirmen Louis Vauxcelles bu gruba le fauves (vahşi hayvanlar) olarak hitap etmiştir. Akım adını buradan alır. Fovizm'de görsellik ön plandadır.
Mojesko,Soprano Şarkıcı.1908,KEES VAN DONGEN
Riou Üzerinde Köprü,1906,ANDRE DERAIN

31 Mayıs 2015 Pazar

MİNİMAL ART

     MİNİMAL ART


“Minimal sanat”. İlk kez 1961′de düşünür Richard Wollheim tarafından “içeriği en aza indirgenmiş sanat” için kullanılmış olan minimal art terimi, daha çok üç boyutlu yapıtlar, heykeller için kullanılmıştır. Ancak, 1960′lardan başlayarak Ameika’da yaygınlaşan sanat anlayışının kapsamındaki resmi de tanımlamaktadır.

Minimal sanat, soyut sanatın vardığı en uç noktadır. Sanat yapıtını biçim ve renge indirgemeyi amaçlar. Genellikle, bir minimal sanat ürünü tek bir geometrik biçimli betiden oluşur. Ünlü sanatçıları arasında B. Newman, T. Smith, E. Kelly ve L. Bell sayılabilir.




POP-ART




Pop Art (Pop Sanatı)


II. Dünya savaşından sonra meydana gelen köklü değişimlerin bir getirisidir. Tüketimi çekici hale getirmek için reklamlar, renkli afişler, hatta resimli dergi ve romanlar kullanılmaya başlanır. Pop Art Sanatı tüketime yardımcı bir reklam aracı olarak doğar, gelişir. Claes Oldenburg bu sanatın öncüsü olmuştur.

20. yüzyılın en sıra dışı sanat hareketi kübizm ve pop art'tı; her ikisi de dönemlerinin kabul gören ve gün geçtikçe rutinleşen sanat akımlarına karşı oluşmuş olan isyanın meyveleriydi.
Kübizm, ekspresyonistlerin fazla uysal ve teslimiyetçi olduklarını söyleyerek ortaya çıkmış, pop art ise soyut sanatın yapmacıklıktan yıkıldığını iddia ederek patlamıştı, aynen verdiği ses gibi: Pop!
Bu, bazılarına göre ‘popüler' kelimesinin özeti iken, bazıları için patlayan bir şampanyanın çıkardığı sesi ifade ediyordu. Çok da yanlış bir tanımlama değil aslına bakarsanız, ama o dönemde çıkardığı gürültüyü göz önüne aldığınızda şampanya bile hafif kalır.

Pop art'ın hikayesi 1956'da İngiltere'de başlar:
Dönemin çılgın sanatçılarından Richard Hamilton, bilmecemsi, karmaşık, acayip bir kolaj yapar ve adını da “Just what is that makes today's homes so different, so appealing?” koyar. Tablodaki her şey son derece alaycı ve ironiktir; modern dünyayı simgeleyen garip eşyalarla dolu bir salonun ortasında kas manyağı olmuş bir adam durmaktadır, elinde muhtemelen halter niyetine taşıdığı dev bir topitop vardır, kanepede ise kafasına abajur geçirmiş çıplak bir arka sayfa güzeli sakin sakin hayallere dalmıştır.
O dönem için son derece aykırı bir çalışmadır bu; pek çok insan nefesini tutar ve merakla neler olacağını beklemeye başlar.
Beklenen patlama 60'larda Amerika'dan gelir. O günlerde pek popüler olan sadelik kumkuması minimalizm, böyle renkli ve canlı bir akımın karşısında fazla bir şey yapamaz tabii ki, kaderine küsüp kenara çekilir.
Pop art'ın tartışmasız lideri Andy Warhol ve Roy Lichtenstein, Claes Oldenbourg, Keith Haring gibi diğer pop art duayenleri, akademik sanatın gelenekleriyle hemen hemen tüm bağları koparırlar ve soyuta da sırtlarını dönerek halka gerçeği olduğu gibi sunarlar.
New York dev bir atölyeden farksızdır artık, şehirle birlikte ona bağlı tüm değerler de sanatın içindedir. Araba ilahlaşmış, cinsellik alenileşmiş, konserveler, pizzalar, patlamış mısırlar ikonlaşmış, sinema ise düşler ve yıldızlar üretmeye yarayan mükemmel bir makine olmuştur.

Çizgi roman başta olmak üzere, medya ve sinema pop artçılar için önemli bir esin kaynağı haline gelmiştir.
Kendini kabul ettiren şey sıradan bir sanat akımı değil, tam anlamıyla bir ‘hayat tarzı'dır.
Pop art'ın kült ismi Andy Warhol ise New York'ta kurduğu ve “Factory” adını verdiği atölyesinde sade yaratıcılığın sınırlarını aşıp türlü yeniliklere imza atar.
Parlak renklerle adeta badana yapılmış Marilyn Monroe, Elvis Presley, Elizabeth Taylor portreleri büyük sansasyon yaratır, Lou Reed'in adıyla anılan rock grubu Velvet Underground'un ilk albümlerinin kapaklarını tasarlar, Coca Cola şişelerini, Campbell's çorbalarının ve Heinz ketçaplarının kutularını boyar. “Tüketim toplumu” olarak bilinen kavram, Warhol için tükenmek bilmeyen bir esin kaynağıdır, bu oburluğu küçümsemek komik olur, zira bütün bu ‘sanat eserleri' daha sonra koleksiyonlarda, galerilerde ve hatta müzelerde baş tacı edilir.
Çizgi roman karelerinin duvarlarımıza kazandırılması ise Roy Lichtenstein sayesinde olur. Aslında Lichtenstein bir çizgi roman çizeri değildi, yaptığı şey geniş açı klişeler çizmekti:
Aşk acısıyla ağlayan kadınlar, bir tartışmanın ortasındaki çiftler, alevler içindeki uçaklardan atlayan pilotlar...
Bu klişeleri, ses efektleriyle ve konuşma balonlarıyla da süsleyerek öncesi ve sonrası olan gerçek çizgi roman kareleri yaratıyordu. Bütün diğer pop artçılar gibi, kopyanın kopyasının kopyasını yapan Roy Lichtenstein, pop art'ı gayet güzel özetliyor: 

“Şehirde bir ağacın önüne oturamam, çünkü şehirlerde hiç ağaç yok. Ve bir ağacı düşündüğümde, ağacın medya (filmler, fotoğraflar, reklamlar vs) tarafından yapılan taklididir aslında aklıma gelen. Ben nesnenin kendisinden çok, taklidini algılarım.” 
Claes Oldenbourg ise tam boyutlarıyla oluşturulan ünlü süper-market-galeri “Store”da, gıda maddelerinin ve tanıdık nesnelerin taklitlerini sunar. Bu durum sadece resim, sinema ve müzik dünyasını değil, tasarımcıları da büyük ölçüde etkileyecektir.
Diğer taraftan İngiltere de boş durmaz; 50'li ve 60'lı yılların Londrası, çılgınlar gibi pop art çağını kutlamaktadır, Peter Blake'in Elvis Presley ve Beatles için yaptığı muhteşem albüm kapakları, Brigitte Bardot için hazırladığı illüstrasyonlar tüm dünyayı etkilemiş, pop tutkusunu zirveye çıkarmıştır.


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/sanat/12538-sanat-akimlari-pop-art-pop-sanati.html#ixzz3bjsLQBzj